İçeriğe geç

Stefan Zweig – Mecburiyet Kitap Özeti ve İncelemesi

1918 yılında yazdığı ve orijinal adı “zorunlu olma, baskı, zorlama ve dayatma” gibi anlamlara gelen Der Zwang, Türkçemize Mecburiyet olarak çevrilmiştir. Bu eser, yazarın savaş zamanlarında dibine kadar etkilendiğinin bir kanıtıdır. Yazar, savaş yıkımının toplumsal olarak değil de bireysel olarak insan buhranlarına götürdüğü bir perspektiften bakarak, mecbur kalmış bir vaziyette seçim hakkının ortadan kaldırıldığı bir dayatmayı iradesi yoksun bir birey tarafından bizlere aktarıyor.

Stefan Zweig Mecburiyet Kitabın Konusu

 

Ressam, Ferdinand, karısıyla birlikte nezih bir eve yerleşmiş, kendine de bir stüdyo açmış bir aristokrattır. Hayatlarından oldukça memnun bu karı koca soylu kesimden olduklarından dolayı yaşamlarına fazlasıyla önem vererek yaşamsal refahı ön plana almışlardır. Öz toprağından ayrılarak buralara gelen Ferdinand, karısıyla olan güçlü sevgi bağlarını titizlikle korumakta ve bu sevgiyle kendini yenilemektedir.

Her şey gayet normal ve rayında giderken bir sabah içini kemiren bir hisle uyanır Ferdinand. Görünürde herhangi bir şey yoktur fakat bu iç sıkıntısı adamın bütün ruhunu ele geçirdiği gibi bedenini de uyuşturmaya başlamış ve tehlikenin nefes kesen soluğunu ensesinde hissetmeye başlamıştır. Beklediği o fırtına, gelmeden önce her yeri ölüm sessizliğine bürümüştür.

Sevgili karısı Paula da kocasındaki bu huzursuzluğu fark etmiştir fakat bunu belli etmemiştir. Ferdinand, bu hislerinde yanılmadığını kendisine gelen postayla anlayınca karısının da bir şeylerin ters gideceğine olan hislerinde yanılmadığının farkına varır. Ferdinand, ülkesinden savaşa gitmemek için ayrılmış, vatanını hiç uğruna ölmemek için terk etmiş ve teslim olmayı reddetmiştir. İşte bundan dolayı buralara gelen Ferdinand, birdenbire daktiloyla yeni basılmış ve kelimelerin sıcaklığını hissetmiş olacak ki, bütün vücudu bu yanmayla birlikte hareket edemez hale gelmiş ve karısını duyamaz olmuştur.

“İşte buydu, haftalardır gizli ve sinsi bir şekilde huzurunu kaçıran, bozan buydu, iradesine rağmen beklediği mektuptu; anlamsız, saçma sapan, anlaşılmaz, bilinmeyen, anonim uzaklıklardan kendisine gelen, onu el yordamıyla arayan, daktiloda yazılmış donuk makine sözcükleriyle sıcak yaşamına, özgürlüğüne uzanan, saldıran bu mektuptu.”

Kendisi teslim olmak istemiyordur. Karısı hele ki, kocasının teslim olmasını hiç istemiyordur. Çünkü kocasının bir paragraf yazısına boyun eğip cephede ölmesinin anlamsızlığını, Ferdinand’ın ardından haykırışlarla ağlamayı ve onu kaybetmenin verdiği dayanılmaz acıyı hak etmiyordur.

Ferdinand için zaman durur. Tuttuğu kâğıt eline yapışmış, hatta bedenine, oradan da ruhunun en derinliklerine girmiştir. Ve orada sürekli yankılanan emirler, bu emirlerle birlikte yarattığı çağrışımlar adamın kafasında gelgitlere neden olacak kadar güçlüdür. Karısı da buna inanamıyordur işte. Bu yazılar nasıl oluyor da böyle bir adamın bütün irade duygusunu ele geçirip onu bir robota dönüştürebiliyordur? Bunun gibi birçok durumun altından kalkmış bir Ferdinand ile evli olduğunu bilmesine rağmen ilk defa kocasının vereceği bir karara karışarak, bu konu hakkında kocasının kaybolan iradesini kendi tutmaya çalışır. Akıl almaz gibi gelen bu durumun üstesinden kocasının gelemeyeceğini, kocasına bıraksa anında teslim olacağını bilen Paula bir an olsun pes etmez.

“Aldığı lokmada adeta boğuluyordu. Boğazında, yukarıda acı bir şeyler vardı; önce aşağıya inen, sonra yine yukarıya çıkan acı bir şey. İki büklüm hiç konuşmadan sessizce oturduğu yerden karısının kendisini izlediğini fark etti. Birden karısının usulca elini elinin üzerine koyduğunu hissetti.”

Ne var ki Ferdinand’ın kafasındaki düşünceler Paula’nın soyut kelimelerinden daha somut bir delille gelmiştir. Oturduğu yerde iki büklüm düşüncelerle cebelleşen Ferdinand, ayaklarını ne vakit kullanmaya başlasa askerlik şubesinde kendini bulacağını biliyordur. Paula’nın dediklerine karşı çıkmasa da bir süre sonra “gideyim de kurtulayım,” düşüncesine bürünür. İşte burada Paula, kocasına şu sözleri söyler:

“Bir yalan uğruna, kendin bile inanmadığın bir şey için, sadece güçsüz ve korkak olduğun için, arada kaynayıp kurtulurum umuduyla gideceksen, o zaman seni hor görürüm, evet seni hor görürüm. İnsanlık adına gideceksen, inandığın bir şey uğruna gideceksen seni tutmam. Fakat canavarlar içinde bir canavar, köleler içinde bir köle olmak için gitmek istiyorsan, karşında olurum. İnsan bir amaç uğruna kendinden vazgeçebilir, fakat başkalarının çılgınca fikirleri uğruna değil.”

Ferdinand karısını duymaz olmuştur artık. Ne yapmalı diye düşünmüyordur. Ne yapacağını seçme fikri yoktur çünkü. Yalnızca nereye neyle ve ne zaman gideceğini düşünüyordur. Trene kaçta gitmesi gerektiğini, oraya gittiğinde neler yapacağını kafasında kuruyordur. Karısının özgürlüğü elinden alınmasına karşı çıkmadığı kocasının bu halleri üzerine artık dilinde tüy bitmiştir. Artık tek kelime etmemeye karar vererek odasına çekilir. Buradan sonra düşünceleri vücut bulup adeta karşısına dikilmiş baskıcı bir insanla baş başa kalmıştır Ferdinand. Artık karısı ona bırak yanıt vermeyi, görünmek bile istemiyordur.

 “Bu düşünce adeta bunaltıcı ve boğucu bir şekilde birdenbire odanın ortasına düşmüş, odadaki her şeyi, nesneleri bir kenara itmişti, geniş ve yapış yapıştı, başlayıp da bitiremedikleri yemeklerin üzerine çökmüştü, adeta bir sümüklüböcek gibi enselerinde sürünüyor ve ürkütüyordu. Bu düşüncenin ağır yükünden orada öylece iki büklüm, sessizce oturuyor, birbirlerinin yüzüne bile bakmaya cesaret edemiyorlardı.”

Ferdinand, kendini kaybetti ve bütün kontrolsüz gücünü ayaklarına vererek olanca bir hızla koşmaya başladı. Evinden çıktı, doğruca bir trene binmek üzere koştu. Karısını, kendisine sevgi gösteren bu müthiş kadını bile kaybetmişti. Kendine sığınacak gücü kalmayan bir adamı Paula napsındı? Koşuyordu, bir bile aldı, dikildi. O sırada karısı çıktı karşısına. Paula, Ferdinand’ı ondan iyi tanıyordu. Ne yapacağını biliyordu. Çünkü bu adam, henüz birkaç gün önce ataşe memuruna “ben teslim olmayacağım, özgürlüğüm bana aittir!” demeyi kafasında kurmasına rağmen memurun karşısında mum gibi dikilmiş, üstüne teşekkür bile ermiş bir adamdı. Böyle acizlikler ancak iradesi olmayan bir insandan beklenebilirdi. Zaten Paula şöyle bir şey demişti ya ona:

“Ben hiçbir şeyi bir yazı parçasına kurban etmeyeceğim, sonunda öldürmek olan hiçbir yasayı tanımıyorum. Herhangi bir makamın bana boyun eğdirmesine izin vermeyeceğim. Siz erkekler, hepiniz ideolojileriniz yüzünden çürümüşsünüz, sizler politika ve etik diyorsunuz, oysa biz kadınlar neyin ne olduğunu hissediyoruz. Vatanın ne demek olduğunu ben de biliyorum, fakat bugün ne anlama geldiğini de biliyorum: Cinayet ve esaret! İnsan bir halkın üyesi olabilir, fakat halkı çıldırdığında kendisinin de çıldırması gerekmez. Sen onlar için bir rakamdan, bir sayıdan ibaretsin, bir alet, anlamsızca ve vicdansızca ölüme gönderilen bir askersin yalnızca, oysa benim için kanlı canlı bir insansın, bu nedenle onlara katılmana izin vermeyeceğim. Onlar istedi diye senden vazgeçmeyeceğim.”

Ferdinand, orada, herkesin içerisinde, gülünç duruma düşecek kadar karısıyla arbede yaşadı. Paula, bu düşünmeyi kenara bırakıp bir kâğıt parçası tarafından yönetilen kocasının çantasını kapsa da trene binmesine engel olacak kadar güçlü değildi. Arkasından öylece bakakalan Paula, orada yıkıldı.

Kafasındaki her şey eriyip biterken Ferdinand o dakikalarda bir robot gibiydi. Sadece amacına odaklanmıştı. Gerisini düşünmüyordu. Evindeki köpeğini bile düşünmüyordu, karısını mahvedişini bile. Ne yapmalıydı, karşı mı gelmeliydi gibi insanı derin düşüncelere sürükleyen soruları yakasını silkerek düşürmüştü. Artık aklı boştu, hiç olmadığı kadar hem de.

Ama, o sıralarda, trenden indiğinde savaştan dönmüş Fransız askerleri görünce duyguları yeninden saklandığı yerlerden çıkmaya ve Ferdinand’ın ruhuna erişmeye başladı. Orada durdu Ferdinand, artık ne yapması gerektiğini biliyordu. Çünkü karşısında, sedyede yatmış bir adamın savaşın bittiğine dair olan duygularını görmüştü. Demek ki bu adam da savaşa girmesine rağmen bitmesini gün gün sayıyordu. Demek ki şu adam da mecburdu, o da, arkasındaki de… Evet, Ferdinand, kendisine mecbur bırakılan amacını gerçekleştirmedi. Geri giderek trene bindi ve doğruca evine döndü. Şimdi, aklı önceki gibi boş değildi, en azından yüreği kendi hisleriyle doluydu.

Evine girdi, karısının yanına geldi. Ait olduğu yerde oluşunun bilinciyle vücudu senkronizeydi. Artık burada olduğunu kavradı, düşünmeyi bir kenara bırakarak sevgili eşine sarıldı ve öylece dikildi:

“Dışarıda ne yaptığını bilmeyen, kafası karışmış bir insanlığın bizzat kendisinin yarattığı acının dokunamadığı sonsuz bir dünya vardı ve Ferdinand için ışıldıyordu sonsuz gökyüzünün altındaki sonsuz yıldızlar. Ferdinand başını gökyüzüne kaldırdı, yeryüzünde insanoğlu için kendi yasasının dışında bir yasa olmadığını ve hiçbir şeyin birbirine bağlı olmak kadar insanı hayata bağlamadığını hissetti. Dudaklarının yakınında karısının mutlu soluğunu duyuyordu, bazen ikisinin bedeni de birbirlerini hissetmenin mutluluğuyla titriyordu. Fakat susuyorlardı: İkisinin de yüreği sözlerin karışıklığından, insanların yasalarından kurtulmuş sonsuz özgürlüğün içinde uçuyordu.”

Stefan Zweig Mecburiyet Kitap Yorumu

Geçen hafta attığım ve incelemesiyle birlikte özetini yaptığım “Kızıl” adlı eserde nasıl ki Zweig, kadın portresinden biraz daha sıyrılarak duygusal erkeğe değinmişse, yine bu eserde bir erkeğin zayıf olduğu yönünü kadının ana merkeze alındığı kadın düşünceleriyle değil de ana karakterin karısının söylemleriyle karşımıza çıkardı. Çünkü alıştık artık değil mi, Zweig’ın kadınları müthiş tasvir edişine.

Açıkçası bu içerikte özeti belirtirken bir yandan da kişisel yorumlarımı yaptım. Yani öznel bir özetti. Çok fazla kişisel bir edayla yazmamış olsam da, yorum kısmını biraz daha temiz ve görünebilir, işitilebilir şekilde olması adına ön anlatımda kullanmak istedim. Bu şekilde, olaylara değinip “hani şu olmuştu, burdan bunu çıkarabiliriz,” demekten feragat etmek, sizi sıkmaması açısından bana mantıklı geldi.

Her erkeğin mecbur bırakıldığı ve vatanı için kaçınılmaz olduğu ve Paula’nın da dediği gibi etik bir yargı taşıdığını düşündüğü askerlik durumunu Zweig, hiç de esnetmemiş. Direkt, bir karakter aracılığıyla bunu belirterek aslında ölüme gitmenin dolaylı yolu, bir nevi bahanesi olarak koşulmuş bir şart olarak lanse etmiş. Paula’nın eser içerisinde kocasına haykırışlarına anbean şahit oluyoruz, keza burada da:

“Sen nefret ettiğin bir şeye teslim oluyorsun ve bunun için kendi hayatını feda ediyorsun. Hayatını feda edeceksen neden inandığın bir şey için etmiyorsun?”

Gerçekten de öyle değil mi, madem hayatımızı, hadi onu geçtim, zamanımızı bir şey için harcayacaksak neden nefret ettiğimiz bir şey için yapalım ki? Neden bir şeyden vazgeçecek ve bunu yapacaksak gönülden inandığımız bir şey için yapmıyoruz? Paula, aslında bütün insanların bir sesi olarak Zweig bir tipleme yaratmış.

Eserin ana temasının yanı sıra, kocasının hiçbir kararına karışmayan fakat onu kaybedeceğinin korkusuyla içi yanan bu kadınla Ferdinand arasındaki sevgi yaklaşımını görmek belki de bizi yapıta sıkı sıkı bağladı. Yalın bir şekilde, iki erkek arasında bu çatışmayı ele almak varken Zweig, bir kadın ve erkek üzerinden gitmenin okuyucu açısından akılda yer etmesi gereken duygular yaratarak, daha bir derinden izler yaratmayı başardı.

Okuduktan sonra “bu kadar kısa bir şekilde nasıl da insan psikolojisinin her odasına girip oraya bir şeyler yerleştirebiliyor bu Zweig” demeniz oldukça normal. Aslında şöyle bir şey diyeyim, Zweig’ın yaşadığı zamanda savaşlar eksik olmuyordu ve kendisi de savaştan korkuyordu. Bu eserde de bu duyguları ve gelgitleri temiz bir şekilde görmemizin nedeni bu aslında.

Esere aslında vatandan doğan bir mecburiyet edasını yüklemeyi bir an için yok sayarsak, aşkın mecburiyetini, bağlılığını ve karakterler üzerinde duygularını da bu şekilde görüyoruz. Kocasını bir türlü ikna edemeyen Paula’nın sevgisi, tek celsede bırakılabilecek kadar güçsüz değildi. Ferdinand’ın zayıf iradesini, kendi güçlü olduğu iradesiyle yerine getirmeye çalıştı. Bir nevi kendinde olan bir şeyi feda etti kocası uğruna.

Eser, 50 sayfadan oluşuyor. Ben, kitap okumaya başladığımdan birkaç sene sonra kısa kitapları hızlı bitirmeye çalışmış biriydim. Zweig hepimizin bildiği ve hatta “çerezlik” olarak nitelendirdiği kısa öyküleriyle karşımıza çıkıyor. Etinden kemiğinden yararlandıkları bu yazarın her eserini ayrı bir kitap olarak basan yayınevlerine sözüm yok fakat ben, bu eserini öyle birkaç saati bırakın 2-3 günde bitirmedim. 2 haftada bitirdim. Meşgul muydum, öyle abartılacak kadar değil. Normal bir insan kadar meşguldüm. Dediğim gibi, eseri hemen bitirsem bu kadar güzel çıkarımlar yapabilir miydim bilemiyorum ancak günlere yayarak her sayfayı yatarken adeta kafamda yansıtmaya olan uğraşım beni, esere daha da bağlar hale getirdi. Her sahne aklımda, Paula’nın her sözü kulağımda. Özellikle unutmamak için diyalogların fotoğrafını çekip özel defterime yazmış olmamla birlikte 1000kitap üzerinden de paylaşımım beni, eserle olan bağımdaki somut kanıtı oldu.

00:00 Giriş
00:38
Stefan Zweig – Mecburiyet Konusu
01:11
Stefan Zweig – Mecburiyet Özet
10:00 Kitap İncelemesi ve Yorumu

Stefan Zweig’ın Kanalımdaki Diğer Kitap Özetleri ve İçerikleri:

Stefan Zweig – Kızıl:    • Stefan Zweig – Kızıl  
Stefan Zweig – Clarissa:    • Stefan Zweig – Clarissa 
Stefan Zweig – Satranç:    • Stefan Zweig – Satranç
Stefan Zweig – Bir Zanaatla Beklenmedik Karşılaşma:    • Stefan Zweig – Bir Zanaatla Beklenmedik Karşılaşma

Diğer Kitap Özetleri ve İncelemeleri:

Anton Çehov – Kara Keşiş:   • Anton Çehov – Kara Keşiş  
Lev Tolstoy – İvan İlyiç’in Ölümü:    • Lev Tolstoy – İvan İlyiç’in Ölümü
Jules Verne – Buzullar Arasında Bir Kış:    • Jules Verne – Buzullar Arasında Bir Kış  
İvan Turgenyev – Babalar ve Oğullar:    • İvan Turgenyev – Babalar ve Oğullar
Dostoyevski – İnsancıklar:    • Dostoyevski – İnsancıklar
Louisa Alcott – Küçük Kadınlar:    • Louisa May Alcott – Küçük Kadınlar 
Jack London – Yıldız Gezgini:    • Jack London – Yıldız Gezgini

Ayrıca beni 1000kitap üzerinden takip edebilirsiniz: 1000kitap.com/yasinparmaksiz

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir