İçeriğe geç

Autumn Sonata Film İncelemesi ve Özeti | Güz Sonatı (1978)

Ingmar Bergman’ın yazıp yönettiği 1978 yapımı Autumn Sonata (Güz Sonatı), bir piyanist ve onunla yıllar sonra yeniden karşılaşan kızını konu ediniyor. Bu karşılaşma sonrasında kızının sevgisiz büyümesinin sonucunu gören piyanist anne, acı dolu hesaplaşmanın ortasında buluyor kendini. 1 saat 40 dakikalık uzunluğuyla bizleri karşılayan Güz Sonatı, 8,2’lik IMDb puanıyla İsveçli yönetmen Bergman’ın Yedinci Mühür, Yaban Çilekleri ve Persona gibi başarılı filmlerinden biri. Ayrıca film içerisinde Bergman’ın imzasını görebileceğiniz birçok sahne mevcut. Bu sahneleri özellikle Persona’da görmüştük.

Eva, Victor ile olan birlikteliğinden doğan çocuğunu henüz dört yaşındayken kaybetmiştir. Bundan dolayı Victor ve Eva’nın ruhsal moralleri çok iyi değildir. Aynı zamanda Eva’nın annesi Charlotte ise çocukluğundan bu yana kızını fazlasıyla ihmal etmiştir. Bir köy papazı Victor ve onun genç karısı Eva’nın evine gelen bu piyanist Charlotte, bir süreliğine burada kalmak ister. Engelli kız kardeşini bakımevinden alınmış olduğunu gören Charlotte, Eva’nın kız kardeşine baktığını görünce sevinir. Ama bu durumdan mutlu değildir. Çünkü annemiz, bu kızıyla ilgilenmek istememiş ve kendisini bakımevine göndermiştir Helena’yı. Eva’ysa bunları biliyordur fakat hep içine atmıştır.

Eva’nın yaşadığı olayların filmin ortasına kadar anlamıyoruz. Çünkü Eva, hep sakinliğini ve saflığını koruyarak annesine hizmet etmeyi seven bir kızmış gibi görünüyor. Ama filmin ikinci yarısıysa bu düşüncelerimizin aksini yansıtıyor bizlere. Bu dakikalardan sonra alkolü kaçırmış olan Eva, içinde tuttuğu ne varsa annesine bir bir anlatmaya başlıyor. Kızının sevgisiz büyüdüğünü Victor da dile getirmiş olsa da, Eva’dan bunları duymak kadının canını yakmaya başlar. Eva, sevgisiz büyümenin, bununla birlikte merhametten yoksun yaşamanın zorluklarını anlatırken aynı zamanda kız kardeşinin neden hasta olduğunu annesine açıklamaya başlar. Sesler yükseldikçe yükselir ve Victor da bunlara kulak misafiri olur.

Burada üzücü ve sarsıcı bir gerçeği öğreniriz. Charlotte, kocasını uzun bir süre aldatmıştır. Eva ise annesi bu sürede şehir dışında olduğu için babasıyla birlikte annesinden gelen mektupları okumaktadır. Bu sıralarda hayatından gayet memnun olan piyanist annenin geride bıraktığı bir adam ve ihmal ettiği iki kızı vardır.

Bergman, bu süre zarfında 40 dakikalık bir gece ile bizleri karşı karşıya bırakıyor. Burada anne ve kızı hakkında her şeyi öğreniyoruz. Acısını bastıran ve hapsettiği duygularıyla yeniden annesine sevgi besleyebilen bir kadının içindeki çığlıkları yakından görebiliyoruz. Her şeye karşın annesinin onu sevmediğini düşünmesine bile şaşırıyor Eva. Sevdiğini söylüyor, ama aynı şekilde sevilemediği için sürekli bir şeylerin eksikliğini hissediyor. Bir çocuğu oluyor ve onu da alabildiğine seviyor fakat çocuk da bir süre sonra ölüyor. Bundan dolayı istediği gibi sevilemiyor genç kadın. Hatta kocasıyla bile severek evlenmediğini açıklıyor.

İçindeki sevgi boşluğu böylesine genişlemişken Eva, artık yeter dercesine annesine her şeyi açıklıyor. Kadın da bu saldırılara bir gece bile dayanamıyor ve ertesi sabah bulduğu ilk trenle şehri terk ediyor. Yine bir başına, yine kendiyle kalıyor Eva. Sonra da ölen oğlunun mezarına gidiyor. O sıralardaysa Victor, Helena’yı sakinleştirmeye çalışıyor. Yine, bütün saflığı ve naifliğiyle annesine bir mektup yazıyor Eva. Onu kırdığı için üzgün olduğunu bildiren bir mektup. Oysa annesinin bunlar da umurunda değil. Ama mektubu son okuyansa Victor oluyor ve karısının müthiş iyi niyetini yeniden görüyor. Ve belki de bir kez daha ona âşık oluyor.

Film, bu şekilde ilerlerken izleyen kendini yavaşça dingin bir denize kendini bırakmış gibi hissediyor. Arada bir dalgalar şiddetini arttırsa da derine indikçe daha çok detay görünüyor. En sonda da başladığınız yere adım atıyorsunuz. Bu şekilde iki karakter arasında dönen yaşam hikâyesi bir buçuk saate sığabiliyor. Buna ne dersek diyelim ama kendimizi yönetmenin sadeliğe olan müthiş ilgisine ve diyalogların sıkmayan akıcılığına borçlu saymalıyız. Çünkü adeta bir evin içerisine kamera koyulmuş gibi doğallıkla geçen oyunculukları ve onların ağzından dökülen, alabildiğine gerçekçi ve duygu dolu diyalogları seyirci izliyor. Hâl böyle olunca yaşam içerisindeki kesitlerden yola çıkarak seyirci kendini bu evin içerisinde bir gözlemci olarak buluyor. Bu durumda da izlerken çokça keyif alıyor; duygu derinliğimiz filmin ilerleyen sahnelerinde daha da büyüyor ve değişimler söz konusu olmaya başlıyor.

Ayrıca bütün filmin bir evde, söz konusu olayların da bir masanın üzerinde açığa kavuşmasıyla yönetmen zekasının mekan sınırlarının ortadan kaldırabilecek bir güçte olduğunu görmüş olduk. Her ne kadar tek mekan altında geçen filmlere ön yargıyla bakan insanlar olsa da bu riski çok iyi kurtaran yönetmenler de var, Bergman gibi. Bundan dolayı bu filmi izlerken sakin ve boş bir kafayla izlerseniz size çok şey katabilir. Bunun nedeniyse kendinizi filme odaklamanız değil, filmin size kendini odaklamasından kaynaklı.

Bergman’ın kronolojik olarak filmlerini izlemek doğru bir seçim olacaktır. Bunun için her filmini özel olarak incelemesini yapıp ardından bu filmlerin toplu listesini yapacağım. Ama önceliğim tek tek ilerlemek olacak tabii ki. Çünkü yönetmenin kafasındaki dünyaya tek tek farklı pencerelerden bakarak yönetmeni anlamak, yaklaşılacak doğru davranışlardan biri olabilecektir kanımca.

Bu filmde özetle sevgisiz ve ilgisiz büyümenin bir insanda bırakacağı yıkımlara Eva ile birlikte eşlik ettik. Ardından bu tarafın karşısında olursak ne gibi bir yıkımlara maruz kalacağımızı görmüş olduk. Bununla birlikte de umursamaz bir insan olsaydık kaçmanın akıllıca gözüktüğünü anladık. Ama doğru tavrın nasıl olacağını bildiğimiz için bu tarz ilişkiler bize uzak gelmedi. Yani hepimizin tanık olduğu ve belki de doğru düzgün konuşmaya fırsat bulamadığı ilişkilere ses oldu.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir